Uludağ’dan Trilye’ye-Güney Marmara

Günlüğümün 28.01.2008 tarihli sayfasından,

Bu gezimiz sabah saat 06.00 da Bakırköy’den ilk katılımcıların karşılanmasıyla başladı,sırasıyla Taksim,Yıldız ve enson da Altunizade’den bir grup arkadaşı aldık.Artık bizim için iki gün sürecek İstanbul’dan kaçış planı başlamış oldu.

Eskihisar’a kadar yeni arkadaşlarla tanışmış,eski arkadaşlarlada bir hafta ara bile olsa hasret gidermiş olduk.Eskihisardan arabalı vapura bindik,bizi yine çok lezzetli yiyeceklerle hazırlanmış bir kahvaltı bekliyordu biliyorum ama havanın rengide okadar güzeldiki ,çok da soğuk olmasına rağmen biraz dışarıda kalarak fotograf çekmeye başladım.Ben işi uzatınca içeriden arkadaşlarım artık gel kahvaltıyı kaçıracaksın demeye başladılar.Sevgili İlkay bu sefer bizlerle birlikte olamadı ama ,bizler için hazırlamış olduğu lezzetlerle aramıza katılmış oldu.Ellerine sağlık sevgili İlkay yine her şey dörtdörtlüktü.

Topçular’da vapurdan indiğimizde artık aramızda yeni tanışılmış,eskiden tanışılmış gibi bir kavram kalmamıştı.Herkes kaynaşmış durumdaydı.

Yalova’dan Bursa yönüne doğru ayrıldığımızda,görüntü birden bire çok güzelleşti.Etrafımızdaki dağlar tepeler bir kaç gün önce yağmış olan karın etkisiyle bembeyazdı.Kaptanımız sevgili Kadir sayesinde yine çok rahat bir şekilde Bursa’ya kadar geldik.Artık tam dağ yoluna sapmıştıkki sağda iki kişi gördüm şaka olsun diye hadi onlarıda alalım diyecektimki sevgili Kadir sağa sinyal verip durdu.İşte yine Emrah bizim için müthiş bir sürpriz yapmıştı.Yürüyüşe başlayacağımız Sarıalan’a kadar canlı müzik eşliğinde hem kulağımızın pasını silerek hemde dışarıdaki müthiş görüntü sayesinde gözlerimize ziyafet çekerek oldukça keyifli bir yolculuk yapmış olduk.

Sarıalan’da aracımızdan indik,sevgili Kadir’le vedalaştık o bizi Kirazlıyaylada öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz otelde bekleyecek.

Hemen malzeme kontrolü yapıldı,soğuk hava şartlarında bizleri koruyacak olan dış giysilerimizi ,tozluklarımızı giydik.Ormanın içinden Kirazlıyayla’ya doğru yürümeye başladık.Bol karda yürümek insanı oldukça yoruyor bir de üstüne yokuş çıkmaya başlanınca daha da yorucu oluyor haliyle.Düz yerlerde ve yokuş aşağı inerken bol sohbet ve kahkalar eşliğinde yürünürken yokuş yukarı,kimimizi çekerek kimimizi ittirerek yardımda bulunarak tepeler tırmandık,yokuş aşağı indik,yürüyerek inemediğimiz yerde oturup kayarak indik,derelerin üzerinden taşlara basarak geçtik,karlar üzerinde yaban hayvanlarının izlerini gördük.Bu sene kar fazla olmadığı için ayılar henüz kış uykusuna yatmamış (Uludağdaki görevli Jandarmalardan aldığımız bilgi bu yönde).Ama biz yinede müthiş derecede eğlenerek son tepeye çıkmıştıkki uzaktan dumanı tüten bir baca gördük.Artık yorulmuştuk ve acıkmıştık,her kes o görüntüyü görünce bir an önce otele varabilmek için hızlandı.

Güzel bir açık büfe öğle yemeği yedik,dinlendik,ısındık.Şimdi günün ikinci bölümü için hazırdık.Ben çok sabırsızlanıyordum,çünkü bu aktiviteyi ilk defa yapacaktım.Ama ne kadar keyifli bir şey olduğunu arkadaşlarımın mutluluk seslerinden biliyordum (Ilgaz kar tırmanışı yazımda anlatmıştım).

Aracımıza binerek oteller bölgesine ulaştık.Kayak yapmak isteyen bir kaç arkadaşımız ve bir kafede oturup keyif yapmak,sohbet etmek isteyenler bizden ayrıldılar.Bizde kızaklar için ayrılmış ama şansımıza bomboş olan bir bölüm bulduk.Hepimizin elinde küçük plastikten kızaklar,bir arkadaşımız bize bunun nasıl kullanılacağını gösterdi.Evet çok zevkli ama denemem için pistin yarısından başlamam lazım.İlk deneme çok az kayabildim nede olsa bir tedirginlik var,iki,üç ;bu harika bir şey.Birde en tepeden kaydım tamam.Ondan sonra arka arkaya yedi sekiz kişi eklenerek kaymaya başladık kimimiz yarı yolda istemeyerek kopup kendi kendimize kaymaya devam ediyorduk ,kimimiz birbirimizin yoluna çıkıyor takılıp kalıyorduk.O kadar yürüyüp yorulduğumuz halde çocuklar gibi neşe içerisinde her yerimiz kar olana kadar eğlendik.

Artık sıra bir dağ klasiği olan sucuk ekmek ve sıcak şarap kısmına gelmişti.Bizden ayrılan diğer arkadaşlarımızı toparlayıp bir araya geldik bir kaç arkadaş kar motosikletiyle yukarıya çıkmak istediler ama o saatte henuz kayak yapıldığı için izin vermediler.Bir kısmımız telesiyej ile çıktık,diğer arkadaşlar kayak saatinin bitmesini beklediler.Yukarıya yanımıza geldiklerinde karmotosikletinin ne kadar keyifli bir araç olduğunu ,kullanan arkadaşlarında ne kadar hoşsohbet ve cana yakın insanlar olduklarını anlattılar.Önce herbirimiz birer ikişer sıcak sahlep içip şöminenin başında ısınarak kendimize geldik.Kar motoruyla ulaşımı sağlayan arkadaşlarda bize katılınca sucuk ekmek ve sıcak şarap faslına geçtik.Hava güneşli ve gökyüzü açık olduğu için oldukça etkileyici bir güneş batışı izledik.Bu güzelliği ölümsüzleştirmek içinde bol bol fotograf çektik.

Güneş battı hava iyice karardı;artık tekrar oteller bölgesine inmemiz gerekiyor.Çünkü Mudanya’ya gideceğiz.

Kafeden dışarıya çıktığımızda gece karanlığı çökmüştü.Kafamı gökyüzüne çevirip baktığımda yıldızlar irili ufaklı göz kırpıyordu.Tarifi mümkün olmayan güzellikte bir görüntü vardı.Kafenin hemen önünde bulunan teleskinin kullanımı için açılmış olan ezilmiş karı sol tarafımıza alarak aşağıya doğru ,inmeye başlamıştıkki başka bir muhteşem görüntü çıktı karşımıza hemen aşağısı oteller bölgesiydi,her yer ışıl ışıldı.Aşağıya indiğimizde otellerin pistlerinde bizim akşam üzeri yaptığımız gibi kızakla kayıp kahkahalarla gülen insanları görünce,bizimde gözümüzün önüne kendi halimiz geldi ve kendimizi gülmekten alamadık.

Güzel bir yolculukla güle oynaya Bursa’nın gece manzarasını seyrederek Bursa’ya buradanda Mudanya’ya kalacağımız otelede yarım saat içersinde ulaştık.

10.30 da otelin barında gorüşmek üzere her kes odasına çekildi.Kimi dinlenmeyi tercih etti,kimi zaten gripti (ama azimle hem spor yapmak hemde bu zor bulunur güzelim dostluktan geri kalmamak için yinede bu parkura katılmıştı) onlarla ertesi gün kahvaltıda buluştuk.Bir kaç arkadaş sauna keyfi,bir kaç arkadaşta Türk hamamı sefası yapmak istediler ama sonuç olarak hepimiz barda buluştuk.Barın olduğu yer yüksek ve ahşap tavanlı bir yapı,içerisi oldukça ferah,sigara dumanından rahatsız olmuyorsunuz havalandırmasıda oldukça iyi çalışıyor.Üç seneden bu yana sigara kullanmadığım için bu konu beni fazlasıyla ilgilendirir hale geldi.İki genç delikanlı gitar çalarak canlı müzik yapıyorlardı.Hep birlikte hoş bir şekilde eğlendik.

Biraz otel hakkında da bilgi vermek istiyorum.

Otel,sahil boyunca uzanan upuzun bir yapı çünkü burası eski bir tren istasyonu.Önünde bina boyunca uzanan bir de terası var,denize sıfır konumunda.Ortadaki bina otel olarak kullanılıyor, yanlardaki binalar ise lokanta,kafeterya,toplantı salonu,sergi salonu olarak kullanılıyor.Dokunduğunuz her şey mis gibi tertemiz.Koltuklar yataklar rahat,yiyecekler lezzetli.Herşey çok düzdün olduğundan dolayı otele talepte oldukça fazla,bu talep karşısında da otel sahibi binanın 40 odasına ek olarak 100 odalı bir bölüm daha eklemiş.

Şimdi birde tren istasyonu nasıl otel haline dönüştürülmüş onu yazayım sizlere.

Mudanya ilçesinin sahiline 1849 yılında Fransızlar tarafından bir gümrük binası yapılmışKörfezin hareketli yerlerinden olan Mudanya iskelesindeki bu görkemli bina dönemin en göz alıcı mekanıymış.1874 yılına gelindiğinde Mudanya’yı Bursa’ya bağlayan demiryolu hattı hizmete girmiş.

Ve önce gümrük ambarı olan bina “Mudanya Tren İstasyonu” haline getirilmiş.Mudanya-Bursa demiryolunun tek yönlü olması ve diğer hatlara bağlanamaması nedeniyle 1955 yılında tren kaldırılmış.Hat söküldükten sonra, istasyon binası da zaman zaman depo ve antrepo olarak kullanılmaya başlamış.Uzun süre boş kalmış ve bu dönemde tarihi bina ihmalin kurbanı olmuş,yıpranmış.1989 yılında, harabe halindeki istasyon binasının tekrar yaşama döndürülmesine karar verilmiş.Yatırımcısı Fahri Esgin’in girişimleri ve Yüksek Mimar Mehmet Alper ile Yüksek Mimar Mehmet Nursel’in birlikte üstlendikleri restorasyon projesiyle Mudanya Belediyesi’nden kiralanan bina üç buçuk yılda, çok titiz bir çalışma ile bugünkü biçimine ulaştırılmış.145 yıllık binanın içindeki çok sayıda yapı malzemesi düzeltilerek ve sağlamlaştırılarak yeniden kullanılmış.

Arkadaşların aşağıya inmesini beklerken,denize paralel şekilde uzanan terasa çıkıp biraz manzara seyretmek istedim.Nasıl muhteşem bir görüntü vardı kelimelerle anlatmak çok zor.Portakal renginde ,dolunay olmasada kocaman bir ay ve şavkıda denize vurmuş,içeridende vals ritminde çalan müzik sesi geliyor.Uzun süre bu manzarayı seyredip müziği kendi kendime mırıldanmaya başladım.Arkadaşlarda tek tek lobiye inmeye başladılar.Bir süre bu güzelliği beraber seyrettik sonrada biraz eğlenmek,sohbet edip müzik dinlemek için otelin şirin barına geçtik.

Sabah zengin bir açık büfe kahvaltıdan sonra otelden ayrıldık.İlk durak tarihi mütareke evi.Yukarıda fotografta gördüğünüz ev Mudanya’da Türk kurtuluş savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı evdir.

Rus asıllı tüccar Aleksandr Ganyanof’a ait olan ev, Mudanyalı iş adamı (şeker kralı) Hayri İpar tarafından satın alınarak onarılmış ve 1937 yılında Mudanya Belediyesi’ne bağlı bir müzeye dönüştürülmüş. 1959 yılında Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş.

Bodrum ve çatı katı dışında 2 katlı ahşap olan ev 19.yy sonlarının mimari yapısına sahipmiş. Arsa alanı 800 meterekare, bina alanı 400 metrekare olup, 13 odası ve 2 büyük salon bulunmaktaymış biz sadece birinci katını gezebildik. Birinci katta mütarekenin imzalandığı salon ve görüşmelerde Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü’nün çalışma odası, üst katta İsmet Paşa ve yaverlerinin yatak odaları bulunmakta. İsmet Paşa’nın çalışma odasında Paşa’nın kızgın olduğu bir anda yumruğu ile ikiye böldüğü mermer masada sergileniyor. Mütareke dönemine ait eşyaların korunduğu evde o döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergilenmekte.Fotograflar çok etkileyici.

Evin hemen karşısında Mütareke anıtı bulunuyor.İsmet İnönü’nün heykelini taşıyan kaidenin ön yüzünde şunlar yazılı.

MÜTAREKE ANITI

GARP CEPHESİ ORDULARI KUMANDANI VE EDİRNE MEBUSU

FERİK İSMET PAŞA HAZRETLERİNE

TARAFI DEVLETLERİNDEN İHZAR VE SEVK VE İDARE EDİLEN ORDULARIN

KAZANDIĞI BÜYÜK ZAFERİN İLK VE MÜHİM SİYASİ NETİCESİNİ BEN

MUDANYA KONFERANSINDAKİ DEVRİ ENDİSANE MESAİNİZLE İSTİHSAL

ETMİŞ OLDUĞUNUZDAN DOLAYI ARZ-I TEBRIKAT VE TEŞEKKÜRAT

EYLERİM.İŞBU TEBRİKAT VE TEŞEKKÜRATIMI TAKTİM EDERKEN BAŞ-

KUMANDANI OLMAKLA MÜFTAHİR BULUNDUĞUM TÜRKİYE BÜYÜK

MİLLET MECLİSİ ORDULARININ KUDRETLİ BİR KUMANDANINA VE RİYA-

SETİNDE BULUNMAĞI EN BÜYÜK ŞEREF BİLDİĞİM MECLİS-İ ALİNİN NECİP

VE FEDAKAR BİR MENSUBUNA KARŞI LAZIM-ÜL-İFA BİR VAZİFEYİ EDA

ETMEKTE OLDUĞUMA KANİ İM EFENDİM.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ REİSİ

BAŞKUMANDAN

GAZİ MUSTAFA KEMAL

Birazda çevredeki güzelim eski ahşap evleri seyredip fotografladıktan sonra tekrar yola çıktık şimdi Trilye’ye gidiyoruz.

Mudanya’dan Trilye’ye geçtik.Yol biraz virajlı ama manzara harika, seyretmeye doyamadığım en sevdiğim ağaç,her yer zeytin ağaçalarıyla kaplı ve aşağıda masmavi bir deniz.

Trilye’de aracımızı limana parkedip etrafı dolaşmaya başladık.Limanda küçük dükkanlar kurulmuş ve hanımlar burada zeytin ve zeytinyağı gibi yerel ürünler satıyorlar.Hanımlardan bir tanesi dükkanının kapısında oturmuş çok hoş ve işe yarayacak bir boyun atkısı örüyordu.Bende örgü örmekten çok keyif alırım.Hemen hanımla biraz sohbet ettik,tabi ben sohbete dalınca bizimkilerin ilerlediğini görüp hanımla vedalaştık.

İlk durak yukarıda fotografını gördüğünüz kiliseden camiye çevrilmiş olan “Fatih Cami ” oldu.Kapısında şöyle bir bilgi vardı:

“Fatih Camii

H.Stephanos Kilisesi

Kenolakkos Manastırı Kilisesi

Trigleia Manastırı’nın İsa Kilisesi

Trigleia Manastırı Kilisesi

Çeşitli araştırmacıların yukarıdaki farklı isimlerle adlandırdığı yapı orjinalinde bir Bizans Kilisesidir.Araştırmacı Evangelides’e göre kilise 720-730 yılları arasında inşaa edilmiş Kenolakkos Manastırı’na aittir.Orjinalinde ise Trigleia Manastırına ait İsa Kilisesidir.Çeşitli bizans kaynakları değerlendirilerek İmparator V.Leo (813-820) döneminde kilisenin baş rahibinin işkence edilerek öldürülen Stephanos olduğu tesbit edilir.Bu veriye göre kilise 800 yılından önce tarihlenir.Camiideki kitabelerden kilisenin Hacı Hasan tarafından 968 (Hicri) 1560-1561 (miladi) yılında Tirilye’nin Türkler tarafından fethi ile birlikte Fatih Camii adı ile ibadete açıldığı anlaşılmıştır.”

Trilye’nin bir başka ilginç yapısı (yukarıda merdivenleri ve ön cephesi görünen) 1909 yılında yapılmış ve 10 yıl öncesine kadar eğitime hizmet vermiş okulu. Okulun öğrencileri arasında , Başpiskopos Makarios var.

Döneminin Bati mimarisini yansitan Neo-klasik tarzda bir yapıdır.
Iskele caddesinin batısındaki tepede bulunan yapının üzerindeki bir taş oymadaki yazıda “M. MYPIDHS APXITEKTWN 1909” ifadesinden mimarı ve yapım yılı anlaşılabilir. Bu okulun müdürü, sonradan Izmir Metropoliteni olan Chrisostomos’tur. Bu bina 1924 tarihinde şehit, öksüz, yetim çocukların okudukları Darel Eytam Okulu olarak Kazım Karabekir Paşa tarafindan açılmıştır

Eski bir kilise binası olan Dündar Evi, Rumların bölgeyi terk etmesi ardından özel mülkiyetin olmuş. Bu gün halen konut olarak kiralanan bu eski kilisenin içinde 3 aile oturmaktaymış. Ana giriş, kemerli taş bir kapıdandır. Giriş bölümü 3 katlıdır.

Giriş katında pencereler küçük ve karedir. Ikinci katta pencereler daha büyüktür ve dikdörtgendir. Üçüncü katta ise pencere üstleri kemerle tamamlanır.

Kemerli Kilise

1676’da Dr.J.Covel tarafindan hazırlanan el yazması bir belgede,kilisenin Panagia Pantobasilissa’ya (Bakire Meryem) adandığı belirtilmektedir.Ilk yapı,duvar tekniği ve başka özellikleri göz önünde bulundurularak XIII.Yüzyıl sonlarında yapıldığı kabul edilmektedir.

Trilye Evleri

Evler; ahşap ve kerpiç olarak genellikle üç katlı ve eğimden yararlanılarak yapılmışlardır.

Bizans-Rum mimarisini yansıtan evlerin giriş katları, yaz aylarında serin olan ve oturulabilen asıl işlevi ise, zeytin mahzeni ve ocaklık olan taşlık, ikinci katlar ise alçak tavanlı ipek böcegi üretimi için kullanılan ara kattır. Üst kat evin oturma alanı olan en yüksek tavanlı, ince uzun pencereli bölümüdür.

Birde Trilye’yle ilgili bir kaç rivayet yazayım:
-Cenevizliler zamanında, Sivzi, Trilye ve Kapanca’da üç köy varmış. O yılların korsanları bu köylere sürekli saldırırlarmış. Köy halkı dağınık kalırlarsa saldırganlarla baş edemeyeceklerini anlamışlar ve üç köy şimdiki Tirilye’de toplanmış ve Tirilye oluşmuş.

– M.S 376’da Hristiyan din adamları, İznik’te toplanmışlar. İznik konsülü diye tarihe geçen olayla din adamları arasında yorum farkları ortaya çıkmış. Aya Yani, Aya Yorgi ve Aya Satri adlarında üç papaz, başpiskoposla anlaşmazlığa düşünce afaroz edilmişler. Onlar da Tirilye’nin bulunduğu yere gelmişler . Bu üç papazdan ötürü, “Tri: üç; İlya: papaz” buranın adı Tirilya olmuş.

– Bir başka rivayette ise Latince Trilye “kırmızı balık, barbunya” anlamına geliyor. Dere ağzında bol miktarda barbunya balığı bulunurmuş ve buradan Dogu Roma İmparatorlarına barbunya balığı götürülürmüş.
Rivayetler bir yana, 1330’lu yillara kadar Bizans kasabası olan Trilye sonraları, Osmanlı kasabası olmuş. 1900 başlarında “Mahmut Şevket Paşa” kasabası, 1963 yılında ise Zeytinbağı ismiyle anılmaya başlamış.

Çevreyi gezerken birde Emil İsmail’in zeytin ve zeytinyağı satış yerine girdik.Zeytinlerin lezzetine ,yağın nefasetine diyecek yok.Tabi hemen alışverişimizi yaptık.Halis zeytinyağı kullanılarak üretilen el yapımı sabunlardan almayıda ihmal etmedik.

Alışverişimizide bitirdikten sonra öğlen yemeğimizi yemek için eski belediye başkanı sayın Hüseyin Kara’nın Liman lokantasına gittik.Hamsi başta olmak üzere taptaze mevsim balıkları,karışık salata,kalamar,fırında tahin helvası yiyerek gezinin Trilye bölümünü bitirmiş olduk.

Karacabey tarafına doğru yola çıktık.Bu yolunda manzarasını çok severim.Yine her taraf zeytinliktir çünkü.Yer yer küçük yerleşim birimleri,dereler eşlik eder yol boyunca.Bu sefer hava kapalı olmasına rağmen çok ta hoş bir ışık vardı gökyüzünde (fotograf için çok hoş bir görüntü olurdu ama yapacak bir şey yok).

Bursa-Karacabey yoluna gelip Bursa yönüne devam ederek Uluabat-Gölyazı-Ağlayançınar yazısı bulunan levhayı görünce ana yoldan sağa doğru ayrıldık.

Nasıl güzel bir görüntü,hava bulutlu olduğu için grimavi bir renk hakim,gölün karşı kıyısında sol tarafa doğru Uludağ tepesi karlı ve bir bulut çöreklenmiş,kar yağıyor.Daha aşağılarda bir yerlere sis çökmüş.Daha aşağıda artık göl seviyesinde bir cami minaresinin aksi göle vuruyor,yansıma minarenin gerçek boyununu üç misli neredeyse gölün ortasına kadar geliyor (ne yazıkki bu manzarayı görüntüleyemedim).Bu görüntüye hayran hayran dalıp gitmişken,göl seviyesine indiğimizde sağ tarafta göz alabildiğine sazlıkları gördük,bunların görüntüsüde çok hoştu.Ne tarafa bakacağımı şaşırdım sol taraftada tarihi bir kilise kalıntısı vardı.

Ağlayançınarın önünde araçtan indik.Tabi hemen çınarın önüne konmuş olan yazıyı okudum şöyle yazıyor:

“Apolyont

Tarihin verdiği yorgunlukla yan yatmış ulu bir çınar…

Lakin,yaşamaktan umudunu kesmemiş,uzanmış öylesine bağrı yanık ,yaprakları hüzün,içi kan ağlarcasına savaşlara,acılara,kara sevdalara,tercüman olurcasına,ardında sevgi bahçesi,açamayan gonca bir gül;önün, oluk oluk göz yaşlarının eseri,koca bir göl.

Mehmet Okatan”

Hava biraz esintili ve her an bir fırtına patlayacakmış gibi bir görüntüde olduğu için gölde tekneyle gezinti yapamadık ama bir köprüyle karaya bağlı olan adayı adım adım dolaştık,antik Lapedium kentinin kalesinin kısmen ayakta kalan surlarını,antik kentin taşlarının bahçe duvarlarının parçası olarak gördük,sütun başlıklarının gelişigüzel gölün kıyısına bırakıldığını üzülerek tespit ettik,bol bol fotograf çektik,çaylarımızı içtik.

İstiklal Savaşına kadar Rum köyü olan Gölyazı’nın şimdiki sakinlerinin çoğu mübadelede Selanik’ten gelmişler, balıkçılığı burada öğrenmişler. Gölde turna, biraz sazan çıkıyor. Köylülerin “Feki” dediği küçük bir balık türü en çok çıkanı. Köy yalnız balıkçılıkta değil, ticarette de ustalaşmış. Ama bir zamanlar kerevitten sağladıkları iyi kazancı yitirmişler. Kerevit eskisi kadar bol değil. Sorarsanız herkes başka bir neden ileri sürüyor. Ama galiba hepsi birden etkili olmuş. Nilüfer Çayı Bursa’nın bütün pisliğini göle taşıyor, köyün lağımları da göle akıyor, fazla ve kötü avlanma da eklenince bugüne gelinmiş. Balıkçılar ise göçmen kuşların taşıdığı mantar hastalığını ileri sürüyorlarmış.

Artık geri dönüş için yola çıkma zamanı geldi,araca binince bir süre sessizlik oldu.Büyük şehire geri dönüş bir yandan,bir yandan da birbirimizden ayrılacağımız için bir hüzün çökmüştü hepimize.

Ama yinede bol sohbet ,gelecek gezilere yönelik planlarla kendimizi motive etmeye çalıştık.

Sevgili Emrah;bu kadar dopdolu hem kültür,hem aktivite,hemde lezzet olarak,bizi şaşırtacak ve mutlu edecek sürprizleride düşünerek hazırlamış olduğun program için çok çok teşekkür ederim.Yine her zamanki gibi her şey mükemmeldi.Sevgili İlkay bu sefer sensizdik,gönlüm seninde olmanı çok arzu etti.Bizimle olamadığın halde bizler için hazırlamış olduğun birbirinden lezzetli yiyeceklerle yine yanımızdaydın.Ellerine sağlık,çok çok teşekkürler.Ve sevgili arkadaşlar hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim,hep birlikte unutulmayacak bir haftasonu daha yaşadım.

Arşiv:Gezi içinde yayınlandı | , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Gavur Mahallesi-Mıgırdiç Margosyan


Kitabın altıncı sayfasında yazarın ” yazılarımda bizim oraları anlattım,gördüğüm ve yaşadığım gibi” diye başlayan bir yazısı var.Gerçektende yazdığı gibi doğduğu yer Diyarbakır’ı, (yöresel deyişle) Gavur mahallesini anlatarak başlıyor.Sohbet eder gibi,edebiyat yapma korkusu olmadan,sade bir dille.
Ailesini,akrabalarını,komşularını,ilk aşkını,yardımlaşmaları,yöresel yemekleri,kış hazırlıklarını,İstanbul’a göç etmelerini,gelenek ve göreneklerini onbir ayrı küçük öyküde anlatıyor ama bütün bir yazı okuyormuş gibi okuyorsunuz.
Her satırı hoş duygularla okunacak bir kitap ama şu cümle hiç aklımdan çıkmayacak.(Yazar küçük yaşta ailesi ile İstanbul’a göç eder).”Malez, pasta tadı vermeye başladı.Halil İbrahim’in tereyağlı pekmezli malezi çikolata soslu kremalı pasta tadı vermeye başladı”.(Malez:kavrulmuş un ve bir tas su ile hazırlanıp ,pişirilip üzerine eritilmiş tereyağı ve pekmez dökülerek hazırlanan bir yiyecekmiş).
Bu kitabı lütfen okuyunuz.

Yazar hakkında kısa bilgi:

Mıgırdiç Margosyan, 23 Aralık 1938’de Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi’nde (Gavur Mahallesi) doğdu. Ortaokuldan sonra İstanbul’a göç etti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. 1966-1972 yılları arasındaSurp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji, edebiyat öğretmenliği ve okul müdürlüğü yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete atıldı.Edebi çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Öyküleri günlük Ermenice Marmara gazetesi’nde yayınlandı. Margosyan, Ermenice yazan yazarlaraverilen Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülü’nü (Paris-Fransa) 1988 yılında, “Mer Ayt Goğmerı” adlı öyküler derlemesiyle aldı. Daha sonra Dikris Aperen, adlı ikinci ermenice öykü kitabını yayınladı. Türkçe hikaye kitapları ise “Gavur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen, Biletimiz İstanbul’a kesildi” okurun büyük ilgisini çekti. M.M. Evrensel ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde yayınlanan denemeleri ile, usta öykücülüğü yanında, bir söz ustası olduğunu kanıtladı.

Okuduklarım içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Sirken ya da Hoşkıran ya da Hoşveren

Sirken ya da Hoşkıran ya da Hoşveren (bilmediğim başka isimleri de olabilir);çocukluğumda sebze bahçemizden toplardık,ekerek ya da dikerek yetiştirilen bir ot değildir,doğada kendiliğinden oluşur.Doğanın bize hediyesidir.Ama artık bu tür sağlıklı ve lezzetli otlara da hormon karıştırmaya başladılar.Çoğunun boyutları orjinal ölçülerinin iki üç misli ve eski lezzetleri yok.
Söz konusu lezzetli ottan hem kavurma hemde salata yapılabiliyor.Ben sizlere salatasını anlatmaya çalışacağım.

1 demet Sirken-Hoşkıran-Hoşveren otu (bahçeniz varsa bakın mutlaka bir salata yapacak kadar bulabilirsiniz ya da pazarlarda zaten satılıyor)

1 çay kaşığı tuz

Yarım çay bardağı sirke

Yarım çay bardağı zeytinyağı

5-6 diş sarımsak.

Yeşilliği temizleyip yıkadıktan sonra içine tuz katılmış kaynamış suda 15 dakika haşlanıyınız (ancak sap kısmından bir parça alarak yumuşak olup olmadığı kontrol ediniz,ben biraz diri seviyorum siz hoşlanmayabilirsiniz.Gerekiyorsa bir süre daha haşlayınız.Haşlama işlemi bittikten sonra yeşillikleri bir süzgece alın ve üzerine bolca soğuk su dökünüz).Sonra bırakın suyu süzülsün.Servis tabağına alın ve üzerine isteğinize bağlı olarak limonlu ya da sirkeli sos dökünüz.Sarımsağını koymayı ihmal etmeyin derim.Ben üzüm sirkesini daha çok yakıştırıyorum.

Afiyet olsun.

Mutfak işleri:Ot yemekleri, Mutfak işleri:Salatalar içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Gizli Mabetleriyle Ast Dağları

Günlüğümün 22.01.2008 tarihli sayfasından,


(Vize Asmakaya Manastırının bir bölümü)

Pazar günü (20.01.2008) Trakya’daydık.Kayalara oyulmuş mabetler,mağaralar,ormanlar,dereler,kanyonlar birbirinden sıcak ve şirin köyler.Yine dopdolu bir parkur yürüdük.

Bu geziyle ilgili olarak sevgili İlkay Özkök’ün hazırladığı (şirketin web sayfasındaki) yazıda şöyle bir başlangıç cümlesi vardı.”Coğrafyamızın kuzey batısı, Trak Medeniyetleri’nin kurduğu devletlere tanık olmuştur.”

Kimdir bu Traklar benim hiç bilgim yoktu onun içinde biraz araştırma yapmak istedim.Geziyi anlatmaya başlamadan öncede sizlere biraz elde ettiğim bilgileri aktarmak istiyorum.

Traklar veya Thraklar;Trakya bölgesinde yaşamış olan yerli halk.M.Ö.VIII. ve VI. yy.a ait yazılı kaynaklarda adlarına rastlanan Trakların menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülür.Mikov,Bronz çağının başlarında Tuna havzasındaki yabancı kavimlerin Güneydoğu Avrupa(özellikle Bulgaristan ) topraklarına girdiklerini kabul eder.Çalışmalarını dil özellikleri üstüne değerlendiren V.Georgiev de Trakların Bulgaristan yöresinin tarih öncesi çağlardan beri yaşayan yerli halkın bir kolu olduğunu söyler ve Trakların yaşadığı bölgenin Trakya olduğunu ileri sürer.Heredotos,Trakların Hintlilerden sonra en büyük halk topluluğu olduklarını ve Besler,Odrysler,Triballer,Daklar,Getler,Dardanlar v.b. kollardan meydana geldiklerini belirtir.M.Ö.V. yüzyılda kral Teres’in başkanlığı altında ,çeşitli Trak kavimleri birleşerek Odrys kırallığını kurdular.Bu hükümdarlık,kral Stialkes devrinde en parlak dönemini yaşadı.Makedonya kralı Philippos II ve oğlu Büyük İskender devrinde bölge,Makedonya sınırları içine alındı.M.Ö.III.yy.da Trakya bölgesine Keltler hakim oldular.Sonra Odrys krallığı bölgenin küçük bir kısmını ele geçirerek tekrar hakimiyeti ele geçirdi.Uzun süre devam eden savaşlardan sonra ,46 da bölge Tracia adıyla Roma eyaleti oldu.Roma yönetimine girdiği halde eski idare sistemini korudu.III.yy.daki sürekli savaşlar,Trakya’nın gerilemesine ve Traklar arasında önemli sosyal sınıflar doğmasına sebep oldu.Büyük bir kısmı bu güne kalmış olan tümülüsler bu sosyal farklılaşmanın en önemli belgeleridir.Bunların arasında en ünlüleri Brezovo,Divanlı,Kazanlık,Mezek,Seuthıpolis’tir.

(Meydan Larousse Cilt 12)

Pazar sabahı gün 06.30 da ilk katılımcıların Kadıköy evlendirme dairesinin önündeki duraktan alınmasıyla başladı,Yıldız,Taksim,Bakırköy ve sonra TEM otoyoluna çıkıp yolumuza devam ettik.

Yolculuk süresince sevgili İlkay bize Traklar hakkında çok detaylı bilgiler verdi;kendisi bir Antropolog ve çok okuyan bir gezgin.Yukarıdaki bilgilere ek olarak İlkay’ın bize aktardığı,benim aklımda kalan bilgilerdende bahsetmek istiyorum.

Trakya’ya adını veren uygarlığı kuran Traklar’ın yarımada tarihinin en önemli uygarlıklarından biri olduğu, Heredotos, Strabon gibi antikçağ yazarlarının yapıtlarında beyaz tenli, sarışın olarak tanımlanan Traklar’ın, Balkan kökenli oldukları düşünülmekteymiş.Trakların yazılı bir tarihi olmaması sebebiyle bu devirler hakkında fazla bir tarihi veri bulmak neredeyse imkansızmış. Eski Yunanca’da anılan Trakça kelimelerle saptanabilmiş ve Hint-Avrupa dil ailesine ait oldukları belirlenmiş.Trakya bölgesinin bulunduğu üç ülkede de yani Türkiye,Bulgaristan ve Yunanistan Traklardan günümüze kalabilmiş tek yapılar kral mezarları tümülüslermiş.Yapılan yeni araştırmalara göre Trakların Proto-Türk halklarından olabilecekleri ortaya atılmış.Trakyadaki tümülüsler Orta Asyadaki kurganlara benziyormuş;tümülüslerde (tümülüs; bir mezar ya da mezarlık içeren, toprak yığılarak oluşturulmuş tepeciklere verilen addır. Höyük ve kurgan (Orta-Asya’da) da denilen tümülüs yapma geleneğine sahip ulusların sayısı fazla değildir. Bunlara en çok Anadolu’da, Trakya’da , Orta Asya’da, Rusya’da ve Meksika’da rastlanır) Orta Asya geleneği olan kişinin atlarıyla gömülmesine rastlanılmış.Traklarda Türkler gibi savaşçı bir kavimmiş.Traklar aynı zamanda Truva medeniyetinin de kurucusuymuş.Truva savaşı sırasında ağır yara alan halkın bir kısmı buradan İtalya yönüne doğru göç etmiş.Bu halk büyük Roma İmparatorluğunun kurucusu olan Etrüskleri oluşturmuş.

Sonuç olarak araştırmalar hala devam etmekle birlikte makaleler ve yazılar durumu bir kaç maddeyle özetliyor:Soyunu kurta dayandıran halklar yalnızca Türkler, Moğollar ve Etrüsklerdir.

Etrüsk dilindeki ve Türkçe’deki sözcük benzerlikleri.Dil benzerliği Kültür ve GramerRunik Yazı. Ölümle ilgili adetlerdeki benzerlikler.Etrüsk iskeletleri üzerinde ve Anadolu’da yapılan DNA testlerinin sonuçları.Örneklerine yalnızca Anadolu’da rastlanan kulplu kazan gibi metalurji örneklerinin Etrüskler’de de görülmesi.Etrüskçe’nin Türkçe gibi agglutinant bir dil olması.

Bütün bu bilgileri aldıktan sonra ( aslında Emrah Özkök’ün bizi beklediği yere ulaşmamıza daha bir saat vardı ve biz Traklar konusu üzerine konuşmaya devam ettik ama şu anda sizleri daha fazla sıkmamak için bu kadar kitabi bilgi yeter diye düşünüyorum) bir mola yerinde durup sevgili İlkay’ın çok keyif alarak yaptığı kurabiyeler,poğaçalar ve keklerle ön bir kahvaltı yaptık.Evet ön kahvaltı diyorum çünkü Ayana köyünde bizi bir sürpriz bekliyor.


(Kıbrıs Gazisi İsmail abi-Ayana köyü kahvesi)

Tadını unutamayacağımız ürünlerle yaptığımız ilk kahvaltımızdan sonra tekrar yola koyulduk.Çerkezköy yol ayrımına ulaştığımızda oldukça yoğun bir sisle karşılaştık.Meteorolojiden almış olduğumuz bilgilere göre zaten bu hava şartını biliyorduk.Çerkezköy-Saray-Vize yolunu takip ederek Ayana köyüne ulaştık.Sevgili liderimiz Emrah bizi Vize çıkışında bekliyordu (üç gün önce bölgeye gitmişti,yeni keşifler yapıyor sürekli).

Köyün camisi önünde muhtar,İsmail abi,köyün güvenlik sorumlusu,kahvehane sahibi tarafından çok hoş,çok sıcak bir şekilde karşılandık.Araçtan indiğim anda dikkatimi etrafın temizliği çekti.

Burası mübadeleden önce Rum köyüymüş,artık Pomakların yaşadığı bir yer.

Hemen ikinci kahvaltımızı yapacağımız kahvehaneye davet edildik.Masalar çoktan donatılmış bile;köy peyniri,zeytin,kaymak,bal,kuşburnu marmeladı,üç çeşit reçel,taze köy yumurtası,salatalık,domates,biz yoldayken sağılmış sütler,köy yumurtaları,tavşan kanı çaylar,köy ekmeği,fırından yeni çıkmış tepsisi hala el yakan üzeri nar gibi kızarmış mayalı ekmekcikler.Kimimiz kahvehanenin ortasında yanan sobanın üzerinde ekmek kızartarak (odun kokusuyla kızarmış ekmek kokusu bir anda doluverdi kahvehaneye) devam etti.Ben küçük ekmeklerden birinin içine çok sevdiğim köy peynirini koyup kendimi dışarıya attım hem daha fazla yememek için hemde bu şirin,güzelim köyü dolaşabilmek için.Çünkü kahvaltıdan sonra hemen yürümeye başlayacağız.Bu arada İsmail abinin masmavi gözlü güzel kızıyla tanıştım sonrada kahvehanenin sahibinin eşiyle.Hanım hepimizi hemen evine davet etti ama malum bizi uzun bir yürüyüş ve üç adet de mağara bekliyor.Çok heyecanlıyım,ilk defa mağara deneyimim olacak.

Biraz dolaşıp tekrar kahvehanenin önüne geldiğimde bir kaç arkadaş daha ve İsmail abide dışarıya çıkmıştı.İsmail abi kulağında cep telefonu,canım kardeşim diye hitap ederek biriyle konuşuyordu.Telefon konuşması bitince banada anlattılar.Sevgili Ayşe Özbek’in babasıda Kıbrıs gazisiymiş “Gazi Mustafa Kemal Özbek” ,Ayşe hemen babasını arayıp İsmail abiyi konuşturmuş,tanımışlar birbirlerini iki gazi.İsmail abi şimdilerde iki şey için dua ediyor,Allah bir daha memleketimize savaş yaşatmasın bir de kuraklık olmasın.Trakya’da hala kuraklık var çünkü.

(3000 yıl önce Trakların günümüzde Pomakların kutsal alanı).

Artık yürüyüşe başlamamız lazım;köyün camisi solumuzda kalacak şekilde dere yatağına doğru iniyoruz,sağ taraftan yine sis geliyor gibi köye girdiğimizde hava pırıl pırıl olmuştu.Derenin üzerinde oldukça eski bir değirmen var ama su okadar azalmışki,İsmail abinin çekindiği kadar var,korkulacak durumda.Sonra karşı tepeye yokuş yukarıya çıkmaya başladık.Bir yandan da fotograf çektiğim için çoğu zaman geride kalıyorum.Yetişmek için tempomu artırdığım anda İlkay;bunun yanlış olduğunu ikaz etti.Nefesimi düzeltecek bir hıza düştüm.Zaten artık tarla gibi açık bir alanda yürümeye başladık.Evet işte ilk mağaranın başında bekliyorlar.Bilmeyen biri buradan yürüyerek geçer ve gider eğer şans eseri arkasına bakmaz ise,çünkü girişi yere gömülü.Dört beş basamak kadar topraktan kayarak iniyorsunuz sonra tahtadan bir merdiven koymuşlar,mağaranın girişinde insan yapımı oldukça eski bir kemer var.Tabi bizim fenerler yine iş başında ,içeriye giripte fenerimi mağaranın tavanına tuttuğumda görüntünün ne kadar büyüleyici olduğunu farkettim.Sanki her yere gümüş tozu serpilmiş gibi.Feneri biraz daha gezdirince ışığıma başka görüntüler takılmaya başladı.İlk defa görüyordum ama ne olduklarını anladım.Yarasalar.Her biri oldukları yere asılmış,uyuyorlar,yüzlerce.Fenerimi biraz daha gezindirdiğimde,iğne gibi minik minik sivri sarkıklar gördüm.Gerçekten büyüleyiciydi ortam ama başkalarını da görmek için artık buradan çıkmamız gerekiyordu.

Çıkışta da örümcek ağlarındaki su damlalarının fotografını çekmek için vakit harcayınca yine gerilerde kaldım.

Şimdi yönümüz,kutsal alan (yukarıda kutsal alandan bir kaç detay görüyorsunuz,kurban kuyuları).

Kimi zaman iki ayağınızın bile aynı anda yan yana duramayacağı patikalardan, kimi zaman derelerden ,kimi zaman patika bile olmayan yerlerden kayarak,atlayarak,zıplayarak yukarıda küçük bir detayını gördüğünüz ikinci mağaraya geldik.Bu mağaranın ağzı oldukça geniş, giriş kısmı iyi ışık alıyor,sulara bata çıka yürüyorsunuz,suyun içinden değilde kuru yerden geçeyim derseniz kafanıza dikkat edin.İlerledikçe görsel ve işitsel bir şölene dönüşüyor etraf.Artık el feneriyle yürümem imkansız çünkü iki elimlede kayalara sıkı sıkı sarılıp ayaklarımıda sokacak delik bularak ilerlemem gerekiyor.Birde fotograf makinama sahip çıkmam lazım tabiki,bu yüzden kafalarımıza taktığımız fenerleri kullanıyorum.Bir noktada daha ilerlemek için tereddüt ettim ama ilerideki manzarayı görmeyi çok istediğim için ıslanmayı göze aldım.İsmi üstünde doğa sporları yapıyoruz,her şeyi göze almak lazım.Şimdi iyikide cesaretle üstüne gitmişim diye düşünüyorum.Bu işin eğitimini almaya karar verdim.Mağaracılık gerçekten bambaşka bir dünya.Kendimi bir basamak daha atlamış olarak hissediyorum.

Günün üçüncü ve son mağarasından bir kesit.

Burası yaşamayan bir mağara.Artık ne tabanda su var ne de sarkıtları oluşturacak şekilde.Bu mağarayı gördüğüm zaman şunu anladım ben hala yaşamakta olan mağaraları görmek istiyorum.Bu mağara benim için çok ilgi çekici olmadı.

Şu anda mağaralar ve mağaracılık hakkında hiç bir bilgim yok sadece içinde hala su olan mağara çok ilgimi çekti bu yüzden şimdilik mağaralar hakkında bir şey yazmak istemiyorum.Mağaracılık eğitimimi alayım,ondan sonra bilgilerimi sizlerle paylaşacağım.

Bu mağaradan sonra bir buçuk saat kadar daha yürüdük.Yolda odun kömürü yapan bir aileyle tanıştık.Bize hemen bu işin nasıl yapıldığını anlattılar.Bizi beklemekte olan aracımıza binerek Vize’ye doğru yola koyulduk,Ayana köyünde sevgili Emrah sayesinde tanığımız kişilerin arşivinden kayıt yaptığımız Pomak türküleri eşliğinde.

Vizede aracımızı park ettiğimizde artık yürüyemeyecek durumda olan arkadaşlar vardı onları biraz dinlenmeleri ve sıcak bir ortamda keyif yapmaları için Kale Lokantasına bıraktık.

Saat 17.45 ve hava kararmak üzere görmemiz gereken son bir yer daha var;Asmakaya manastırı.Güzel bir tempoyla,Asmakayalara ulaştık manastırı gezdik ne yazıkki bu manastırda da hiç bir şey kalmamış,maalesef acınacak durumda.Duvarlarda ne vardıysa kazınmış,her yerde rastladığımız isim yazma merakı burada da giderilmiş.

Yazık.

Artık inişe geçip dereden karşı kıyıya geçerek,Roma döneminden kalma eski çeşme sağımızda kalacak şekilde yürüyerek Kale mahallesine ulaştık.Küçük Ayasofya kilisesi şimdilerde Gazi Süleyman Paşa Camiini ziyeret ederek bu parkuru tamamlamış olduk.Saat 11.00 de başlamış olduğumuz parkuru 19.00 da bitirmiş olduk.

Artık bizde Kale lokantasına arkadaşlarımızın yanına gidip yemeğimizi yemeye hak kazanmıştık.Sevgili İsmail abimizde sabahtan beri bizimle yürüyordu.Lokantaya yaklaştıkça gelen kokular dahada hoşumuza gitmeye başladı;hem acıkmış hemde artık yorulmuştuk.

Yemeğimizi yerken İsmail abi;bizleri çok sevdiğini,ne kadar güzel bir aktivite yaptığımızı ama en çokta asker arkadaşının kızı Ayşeyi unutamayacağını bizleri çok özleyeceğini yineledi.

Bizler aslında o bölgeye daha çok gideceğiz çünkü sevgili Emrah Özkök yeni parkurlar hazırlıyor.Ama İsmail abi bizi köyünde misafir etmek istiyor,hepbirlikte sohbetler etmek istiyor.Bunu duyunca benimde aklıma şu çare geldi;Kazdağlarının köylerinde bahar ve yaz aylarında hayır denen günler düzenlenir,her kes bir şey getirir hepbirlikte yemek yapıp bütün köy halkı olarak yenilir ve eğlenilir.Daha doğrusu bir sene önceki hayırdan kimin ne getireceği konuşulur.İsmail abiye köylerinde böyle bir şeyin yapılıp yapılmadığını sordum.Evet onlarda yapıyorlarmış.Ama bir iki seneden buyana yapılmıyormuş.Bende arkadaşlara 2008 deki hayırı Mayıs ayında (bu ay Ayana köyü için önemli bir tarih) hepbirlikte yapmayı teklif ettim.Herkes kabul etti,umarım gerçekleştirebiliriz.

İsmail abiden ayrılmak hepimiz için güç oldu,özelliklede Ayşe kızla İsmail abinin vedalaşması hepimizi hüzünlendirdi.

Sevgili İlkay,Emrah Özkök kardeşler ben sizlere yine çok çok teşekkür etmek istiyorum.Yine herşey tek kelimeyle mükemmeldi.Her parkurda sizler sayesinde yeni bir dünya keşfetmeye,ufkumu açmaya,kendimi geliştirmeye devam ediyorum.

Arşiv:Gezi içinde yayınlandı | , , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Alaçatılı- Mehmet Culum

Yazarın okuduğum ilk kitabı ve çok çok beğenerek okudum.Sizlere biraz Mehmet Culum’u tanıtmak istiyorum.Aslında kitapta bir sayfa yazar ile ilgili bilgi var ama,bir sayfada da yayın evinin izni olmadan hiç bir şekilde alıntı yapılamaz diyede bir yazı var.Onun için bende başka kaynaklardan Mehmet Culum hakkında araştırma yapmak istedim ilk rastladığım kaynak wikipedia idi daha sonra baska bir kaynak daha buldum ki bu siteyi bulduğuma çok sevindim.
http://www.culum.com/

Bu sitede yazarın özgeçmişini,yazmış olduğu iki romanı (Alaçatılı ve Azabağa),basıma hazırlanmakta olan yeni bir romanıyla (Kalenin gölgesinde) ilgili bilgiler,yazdığı bazı yazılar ve hikayeleri okuyabilirsiniz.

Romandaki bazı olaylar,mekanlar ve kişilerle olan yakınlığı, benzerliği görebilmek için yazarın hayat hikayesini kısaca bilmekte fayda var.

1948 yılında Çeşme-Ilıca’da doğdu. İlköğrenimini Çeşme’de, orta öğrenimini 1959–66 yılları arasında Bornova Anadolu Lisesi’nin İzmir Maarif Koleji olduğu dönemde tamamladı. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İşletme Bölümü’nden 1971 yılında mezun oldu. ABD ve Hollanda’da mesleğiyle ilgili çeşitli işlerde çalıştı.
Askerlik görevini 125. Dönem yedek subayı olarak yerine getirirken, çıkan Kıbrıs Barış Harekâtı’na katıldı ve devletçe ‘gazi’ unvanı ile onurlandırıldı.
İş yaşamına İzmir’de bir bilgisayar firmasında uzman olarak başladı. Yurt içinde ve dışında çeşitli mesleki kurs ve seminerlere katıldı. Ege Bölgesi’nin büyük firmaları için özel olarak ‘İşletmecilikte Bilgisayar Kullanımı’ ile ilgili idari ve teknik seminerler düzenledi. Bir Amerikan firmasıyla ‘İş ve Zaman Etütleri’ ve ‘Verimlilik Geliştirme’ çalışmalarında bulundu. Bir süre serbest bilgisayar danışmanlığı yaptı. 1982 yılında eşiyle birlikte Çeşme’de turistik antikacılığa başladı ve emekli oluncaya kadar bu işini sürdürdü.
Emekli olduğunda Alaçatı’ya yerleşti ve yörenin sözlü tarihiyle ilgili araştırmalar yapmaya başladı. Bu çalışmalarının sonucunda ilk romanı AZAB AĞA 2004 Nisan’da Bulut Yayınları, ikinci romanı ALAÇATILI 2006 Haziran’da April Yayıncılık tarafından okuyucuya sunuldu. BALEV Eğitim Vakfı tarafından ‘Beyaz Yorum’la ödüllendirilen Culum’un Ulu Önder Atatürk’ün Çeşme’ye gelişiyle ve Çeşme’nin sözlü tarihiyle ilgili yazıları çeşitli araştırmalarda kaynak olarak kullanılmakta olup, halen Kıbrıs Barış Harekâtı öyküsünü de içeren yeni romanı üzerindeki çalışmaları sürmekte.
İngilizce, Hollandaca ve Almanca bilen, seyahat etmek, fotoğraf çekmek ve sağlıklı yaşam sporları yapmaktan hoşlanan Culum, Hollandalı Jeanne (Jan) ile evli ve iki çocuk, bir torun sahibi.

Roman hakkında yazımı sadece baş kahramanları tanıtarak bırakacağım;gerisini kitaptan okumak lazım.

Çeşme’de yörenin en eski antikacı dükkanına sahip emekliliğine az bir süre kalmış bir bey,Hollandalı eşi,köklerini aramak için Amerika’dan kısa bir süre için Alaçatı’ya gelmiş bir avukat,Balkanların batısındaki Güney sancak bölgesindeki kasabalardan biri olan Güsinye’den yola çıkıp binbir zorluk çekerek Alaçatı’ya ulaşan genç bir karı koca,bir büyük anne ve küçük kızdan oluşan Boşnak bir aile, Sakız adası’nın Armolia köyünden Alaçatı’ya gelen genç bir çift ve bir ihtiyar anneden oluşan Rum aile…

Yazarın geniş tarih ve mekan bilgisine kaleminin gücü de eklenince işte bu güzel kitap ortaya çıkmış.Okumanızı tavsiye ediyorum.

Okuduklarım içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | 1 Yorum

Samanlı Dağları’nda Kar Yürüyüşü

Günlüğümün 14.01.2008 tarihli sayfasından,

13 Ocak 2008 Pazar günü 60 kişiyle İzmit;Yuvacık,Ayıtepe (şimdilerde adı Aytepe),Soğukpınar,Şahintepesi kayalıkları,Menekşe yaylası,Kirazlıdere,Servetiye köyü parkurunu gerçekleştirdik.

Havanın pırıl pırıl güneşli olması katılımcılara ayrı bir enerji veriyordu.Tüm gün bir şölen havasında geçti.

Gün saat 06.30 da ilk katılımcıların Bakırköy/İncirliden alınmasıyla başladı,saat 07.00 de Taksim AKM önünden ,07.30 da Kadıköy evlendirme dairesinden (tabi yol güzargahı üzerindeki ara duraklardan da araca binme imkanı oluyor) ,Göztepe ve Bostancıdan da katılımcı arkadaşlarımızı alarak yola koyulduk.

Körfez mevkiinde vermiş olduğumuz molada sevgili İlkay Özkök’ün sevgisini katarak hazırladığı leziz yiyeceklerimizle kendimize sabah ziyafeti çekmiş olduk; kalem gibi sarılmış zeytinyağlı dolmalar,incecik açılmış su börekleri,arka bahçeden toplanmış kadar taze ıspanaklarla hazırlanmış el açması börekler,tadı damağımda kalan kakaolu,fındık ve cevizli kek.Bu leziz yiyecekleri yedikten sonra tekrar yola çıktık.

İzmit’i geçtikten sonra Gölcük-Bursa yoluna girdik,Gölcük yolu üzerinden Yuvacık sapağından girdik yol kimi zaman kıvrılarak kimi zaman düz,güneş almayan bölümleri buzlu,Yuvacık barajı solumuzda kalacak şekilde devam etti.Yuvacık beldesi İzmit’e 12 km mesafede.Yuvacığın tarihi çok eski dönemlere dayanmaktaymış,Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Körfezin doğu ucundaki yerleşim yerlerinden biriymiş ve eski adı Ovacıkmış.Buraya ilk göçler Karadeniz ve Kafkasya’dan olmuş;bundan dolayıda yöresel mutfaklarında Karadeniz yemekleri oldukça önemli bir yer tutuyormuş.Bu lezzetli yemeklerden bir kaç örmek vermek istiyorum;karalahana yemeği ve çorbası,mısır ekmeği,hamsili ekmek,turşu kavurma,tomari kavurma,mısırekmekli yoğurt,mıhlama.

Beldede genellikle tütüncülük,ormancılık,kozacılık,arıcılık,küçük ve büyükbaş hayvancılık,sebze ve meyvecilik ve bunun yanısıra tarım arazilerinin bol olması nedeniylede buğday,arpa,yulaf ve mısır üretimi ile uğraşılmaktadır.

Yuvacık barajını biraz geçmiştikki bizden önce parkur keşfi için gelen arkadaşlardan bir tanesi sağda bir yer gösterdi ve yemeğimizi orada yiyecegimizi söyledi.Hiç birimiz aç olmadığımız halde hemen tesisin kapısında yazan yiyecekleri konuşmaya başladık.Ben dahil bir kaç arkadaş Karadenizliyiz çünkü.Karadenizli olmayan ve sözkonusu yiyecekleri daha önce tadmamış arkadaşlara bizler ballandıra ballandıra anlatınca araçta birden bire bir hareketlilik oldu.Ama tabiki önce sporumuzu yapmalıydık,bu güzelim bol güneşli kış gününde doğayla bütünleşmeliydik.

Biraz daha yokuş yukarı çıkıp Servetiye köyü’nün Yuvacık barajı üstü mevkiine ulaştık.

Burada tozluklarımızı takıp,gerekli eşyalarımızı sırtçantamıza yerleştirip hazırlanmak için on dakikamız vardı.

Kar yürüyüşü için gerekli olan su geçirmez boğazlı yürüyüş ayakkabılarımız ayağımızdaydı,yedek ayakkabı,yedek çamaşırlar,orta boy bir fener,matara,yedek pil sırtçantalarımızdaydı,pantalonlarımız su geçirmez cins kumaştandı,polar türü üst kıyafet ve kar montları giymiştik,kar yürüyüşü için mutlaka gerekli olan tozluklarımızıda giydik.Artık tamamen hazırdık.

Bu levhanın olduğu yere kadar yokuş yukarı,kimi zaman buzlu ,kimi zaman karlı zemin üzerinde yürüyerek geldik,hem yokuş çıkmaktan hemde havanın müthiş derecede güneşli olmasından dolayı tabi herkesin kar montları çıktı.Bundan sonrası birden bire oldukça neşeli bir hale büründü.

Gördüğünüz levhanın sağından doğru kendimizi aşağıya bıraktık (aslında mola vereceğimiz Soğukpınar’ın kaynağının bulunduğu Veysel amcanın yerine kadar döne döne giden bir araba yolu var ama biz bu türlüsünü tercih ettik) kimi yerde dizlerimize kadar kara gömüldük kimi yerde kar üstüne oturarak kayarak indik (hatta bir yerde dikenli bir sarmaşık bacağıma dolandığı için mahsur kaldım ,bir süre ayağa kalkamadım arkadaşlardan biri Ender’in bu halde yerlerde yuvarlanırken fotografını çektim ama neden hala ayağa kalkmıyor diye düşünüyormuş.Neyseki çantalarda küçük çakılar taşıyoruz,dikenli sarmaşığı kestikte kurtuldum,nasılda sıkı sıkı sarılmış toprağa,hayata…. )Bazende halimize gülmekten yürüyemez hale geldik.Araba yolu döne döne aşağıya indiği için kimi zaman araba yolunu enine keserek geçmek zorunda kaldık.Tabi arada köylere ya da Veysel amcanın yerine gitmekte olan avcılar geçiyordu yanımızdan jeepleriyle.Bizleri görünce yüzlerinin aldığı ifadeyi unutamıyorum.

Aşağılara indikçe büyük bir gürültüyle akan Soğukpınarın sesini duymaya başladık.

Burası Soğukpınar’ın kaynağının bulunduğu Veysel amcanın yeri.Hava çok soğuk olmamasına rağmen sıcak birer çay hepimizin çok hoşuna gitti.Nede olsa karla boğuşmaktan,karda yatıp yuvarlanmaktan,bata çıka yürümekten yorulmuştuk tabi.

Çayımı tam bitirmiştimki sevgili grup liderimiz Emrah ,Ender fenerini al beni takip et dedi (biraz meraklı bir kişiliğim vardırda,birde fotograf çekmekten çok hoşlanıyorum.İşte gündüz yapılan yürüyüşlerde fener böyle yerlerde lazım oluyor.Tabi bazende yürüyüş gece karanlığında bitebiliyor).Demir bir kapıyı açtıkki içeride oldukça büyük bir güçle akan suyla karşılaştım.Suyun üzerine yürümek için bir boş bir dolu şeklinde merdiven basamağı genişliğinde,betondan basamaklar yapmışlar.Ben feneri karanlığa doğru tuttum ama bir şey göremiyordum çünkü bulunduğum yer oldukça aydınlıktı.Ben bir şey göremiyorum dedim.Meğer suyun kaynağına kadar yürüyecekmişiz.Sağ elimle duvarı tuta tuta destek alarak yürümeye başladım.Duvar dediğim insan yapımı duvar değil tabiki,bu yürüdüğümüz yer dağın derinliklerine doğru doğal olarak açılmış olan bir tünel dolayısıylada destek aldığım dağın ta kendisi, bir de tam bir adım önümde yürüyen,bana her parkurda güç ve güven veren bazı yersiz korkularımı yenmeme yardımcı olan Emrah Özkök.İlerledikçe suyun sesi ve akış hızı daha da arttı,destek aldığım dağın duvarları kimi yerlerde kaya kimi yerlerde toprak ve çamurdu.Sonunda suyun kaynağına geldik.Pencere gibi kare bir delik açılmış oradan suyun çıkışını seyredebiliyorsunuz.Artık su sesinden başka hiç bir şey duyulmuyor.Bu noktada bağırarak konuşsanız bile duymak mümkün değil.Doğanın ve suyun gücü geçerli bu noktada.Tabiki dönüş her zaman olduğu gibi kısa sürdü.İçerinin karanlığından sonra dışarının güneş ve kar aydınlığı gözleri oldukça kamaştırıyordu.

Kaynağı görmek için içeriye giren diğer arkadaşlarda aydınlığa çıkınca Şahin tepesi kayalıklarına doğru yola çıktık

Bu fotografı Şahintepesi kayalıklarından çektim.Aşağısı Soğukpınar kanyonu ama etraf kar kaplı olduğu için bastığım yerin altının ne olacağını bilemediğimden daha ileriye gidip kanyonun derinliğini çekemedim,ama bu görüntüde insana bir fikir veriyor diye düşünüyorum.

Veysel amcanın yerinden buraya gelene kadar oldukça dik yokuş ve dar patikalardan geçerek geldik.İlk defa yorulduğumu hissettim,nefes nefese kaldim,arada su yudumladım,arada soluklanmak için durdum ama yinede başardım.Bu arada bu kadar zorluğa rağmen etrafın güzelliğini seyretmekten kendimi alamadım.Etraf bembeyaz,kimi yerden karlar arasından incecik dal bile denemeyecek incelikte uzantılar çıkmış,doğa yeniden uyanıyor gibi bu dalların üzerinde dantel gibi incecik yaprak uzantıları,kimi yerlerde kayaların üzerinde yeşil yosunlar,kimi yerde incecik akan sular,bu sulara düşmüş dal parçalarında buz tutmuş sarkıklar,üzerinde açmaya hazırlanan tomurcuklar dolu orman gülleri ve kayın ağaçlarıyla doluydu.

Şahintepesi kayalıklarına geldiğimizde fotograf çekmeden önce biraz dinlenmek zorunda kaldım nefesimi düzeltmek için,aksi taktirde fotograflar titremiş çıkacaktı.Burada bir süre dinlendik,etrafın güzelliğini seyrettik.Biraz daha yürüyecektik,artık gelemeyecek olan bir kaç arkadaşı yardımcı rehberlerimizden bir tanesi Veysel amcanın yerine geri götürdü.Biz yolumuza devam ettik,yürüdüğümüz yol artık daha geniş ve daha tatlı bir eğime sahipti.Ama yine karlara bata çıka yürüyorduk.

Artık geri dönme noktasına geldiğimizde hiç birimiz yerimizde duramıyorduk.Emrah normal geldiğimiz yoldan mı dönelim yoksa bol kardan atlaya zıplaya kayarakmı inelim diye teklifte bulununca;sanki hepimiz sözleşmiş gibi kayarak inelim diye seslendik.İşte o dakikadan sonra hepimiz birer çocuk haline dönüştük.Kimimiz kayarak,kimimiz uzun adımlar atarak,kimimiz yuvarlanarak,kimimiz kanguru yürüyüşü adını taktığımız dizlerimizin üzerinde yaylanarak Veysel amcanın yerine kadar indik.

Veysel amcanın yerinde; bizim için çok özel yeri olan,lezzeti tartışılmaz,ev yapımı sucuk ekmek ve çay partisi yaptık.Bir ara fotograf çekmek için tam dışarıya çıkıyordumki genç bir hanım yanıma yaklaştı ve siz trekking grubumusunuz diye sordu.Evet diye cevabımı alınca “Ah ne kadar güzel.Bir tur şirketiylemi yürüyorsunuz ” diye sorusuna devam etti.Bende “evet biz Patikatur’uz ” diye cevap verdim.Kısaca gün içerisinde neler yaptığımızı,ismimizle arama motorlarında arandığımızda web sayfamıza ulaşabileceklerini söyleyince.Hanım bana siz tur şirketinin sahibimisiniz diye sordu.Ben de katılımcı olduğumu,ama şirketimden çok memnun olduğum için bu şekilde konuştuğumu söyledim.Onlarda jeep safari yapıyorlarmış.Bir hafta sonu mutlaka bize katılacağını söyledi.Memnuniyetle bekleriz,her doğa severin başımızın üstünde yeri var.

Çöplerimizide yanımıza alarak ( Veysel amcanın orada çöp bırakmak yasak) yola çıktık.Kirazlıdereyi takip ederek büyüleyici görüntüler eşliğinde;kimi zaman yokuş aşağı inerek,kimi zaman artık bir adım daha atamayacak şekilde dik yokuşları tırmanarak,kimi zaman yürüdüğümüz yolun üzerinden aşarak akan şelaleri seyrederek,kimi zaman buz tutmuş su damlacıklarının fotograflarını çekerek,kimi zaman yamaçlardaki kiraz ağaşlarını seyrederek,kimi zaman buz tutmuş zeminde isteyerek güle oynaya kayarak,kimi zaman kanyona eşit zaman aralıklarıyla attığımız taşların sesini dinleyerek ritim duygumuzu geliştirerek yukarıda bir bölümünü gördüğünüz Servetiye köyüne ulaştık.Burası bu günkü parkurumuzun sonuydu ama bizler yürüdükçe hiper aktifleşmiş durumdaydık.

Burada bizleri beklemekte olan araçlarımıza binerek Yuvacık barajı üstü mevkiinde bulunan Karaaslan Alabalık tesislerine geldik.Artık hepimiz çok acıkmış durumdaydık.Arı gibi çalışan görevliler kısa süre içerisinde mıhlama,güveçte mantar kaşar ,salata,turşu,meyve suyu,alabalıktan oluşan yemek servisine başladılar.Herşey tadına doyulmaz şekildeydi.Yemek sonunda İlkay’ın ikram ettiği ağızda dağılan ev yapımı baklava güne son noktasını koydu.Aslında son nokta bu da değildi,Eskihisardaki güne son dokunuş muhteşem bir finaldi.

Canım kardeşlerim sevgili İlkay ve Emrah bunu hep söylüyorum ve her zamanda söyleyeceğimden eminim;yine her şey kusursuzdu,yeni çok içtendi,yine sevgiyle yaptınız.Sizlere ne kadar teşekkür etsem azdır.

Ayrıca bu parkura katılan benim iki aydan buyana tanıdığım,bu parkurda tanıyıp kaynaştığımız tüm katılımcılara bu yazımla ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum.Gün hep birlikte güzeldi.Herkese çok teşekkürler.

Başka bir parkurda tekrar görüşmek ümidiyle.Sağlıcakla kalınız.

Arşiv:Gezi içinde yayınlandı | , , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Bu yurdu bize verenler- Aziz Nesin

Konularını Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan alan, öykülerden oluşan usta yazarın yine küçükler için hazırlamış olduğu,ama biz büyüklerinde minnetle okuyacağı bir kitap.
İkiyüzyetmişaltı kilo ağırlığındaki top mermisini, tek başına topa yerleştirip düşman gemilerinden birinin yara almasını sağlayan,bu göstermiş olduğu yarar karşılığında sadece sorulduğu için çift tayın isteyen,ama bunun diğer silah arkadaşlarına haksızlık olacağını düşündüğü için vazgeçen Koca Seyit (günümüzde ismi Balıkesir’in Havran ilçesinde bir ilkokulda yaşıyor).
Balıkesir ilinin Burhaniye ilçesini, cami minaresinden çaldığı borazan sayesinde düşman askerlerinin yağmasından kurtaran Borazan Çavuş (anısı Burhaniye’deki Atatürk heykelinin önünde tabanca ve boru figürü ile yaşıyor).
İngilizlerin elinde bulunan bir cephaneliğin basılarak, cephanelerin kaçırılmasını üstlenen ve başaran,ama Anzavur çeteleri tarafından yakalanan ”Birini vurmakla Kuvvayımilliye yıkılmaz.Yaşasın Türk ulusu ” diyerek hayata gözlerini yuman Edremit eski kaymakamı Hamdi bey.
”Ellerini kollarını sallayarakmı girecekler?Olmaz!Olmaz ki…Sonunda ölüm var…Kan var…Bunu anlamalılar!” diyerek düşmana ilk kurşunu ateşleyen Hasan Tahsin’i ve nice çılgın Türk’ü anlatan öyküler.
Bu kitabı lütfen okuyunuz ve okutunuz.Bu yurdu bize verenleri tanıyalım,zaten tanıyor olduklarımızı hatırlayalım.

Okuduklarım içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

Eski bahçem

Eski bahçemde yetiştirdiklerimi ve sevimli küçüklerimi görmek isterseniz

http://www.ciftligimiz.blogspot.com/ adresimi gezebilirsiniz.İyi seyirler.

Bir varmış bir yokmuş:Eski bahçem içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

Anadolu’nun yüce bir dağı:Ilgaz Dağı

Günlüğümün 12.01.2008 tarihli sayfasından

Ilgaz türküsü

Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın
Baharla yeryüzünde güzellerin bağısın.

Yalçın kayalıkların göklere yükseliyor
Senin dumanlı başın bulutları deliyor.

Yükseklerden akıyor, ne güzel berrak sular
Eteklerinde otlar, sürülerle kuzular.

İki aydan buyana uzun doğa yürüyüşlerine katılıyorum.Bu programlar kimi zaman günü birlik,kimi zamanda konaklamalı oluyor.

En son 5/6 Ocak 2008 tarihlerinde grup liderimiz sevgili Emrah Özkök liderliğinde Patika outdoor grubu olarak “Ilgaz Dağı Kış Tırmanışı” nı gerçekleştirdik.

Anadolu’nun yüce dağı Ilgaz hakkında birazcık bilgiye nedersiniz?Arada çok keyifli geçen bu iki günlük program hakkında da bilgi vereceğim.

4 Ocak gecesi ( İstanbul’da da 2008 senesinin ilk karı yağmaktaydı ) tüm tanıdıkların aman bu havada yola çıkmayın sakın demelerine rağmen,gece 22.00 de yola çıktık.Meteoroloji gideceğimiz yollar için kar yağışlı ve sisli bilgisini veriyordu.Karayolları genel müdürlüğünden ve Kastamonu,Çankırı,Bolu yönünden gelen kişilerle yapılan görüşmelerden de aldığımız

bilgiye göre evet yollarda buzlanma vardı ama kapalı bir yol yoktu.

İzmit’tende bir arkadaşımızı alarak yola çıktık ( çoğu kişi İzmit’e kadar bile ulaşamayacağımızı söylemişti).İzmit’i biraz geçmiştikki kar yağışı başladı;karayolunda iki şerit açık durumdaydı yanlar tamamen kar kaplıydı.Gerede’ye kadar bu şekilde geldik,Gerede’den sonra Karabük-Samsun yönüne devam ettik.Gerede’den sonra karayolunun karası tamamen bitti ak ve kardan ve buzdan bir yol halini aldı.Bundan sonra yol bir geliş ve bir gidiş şerit haline dönüştü.Bütün araçlar arka arkaya sıralanıp aralarında gerekli mesafeyi bırakacak şekilde seyretmeye başladılar.Gerede’den sonra yaklaşık 30 kilometre sonra Karabük-Samsun yol ayrımına ulaştık.Buradan Samsun yönüne devam ederek Çerkeş-Atkaracalar-Kurşunlu üzeriden sabah 6 gibi sevgili kaptanımız sayesinde sağsalim ve gayet rahat bir yolculuktan sonra Ilgaz ilçesine ulaştık.

Ilgaz ilçe girişinde karşınıza çıkacak soldaki ilk sapak ilçe merkezine gitmektedir.Bu sapaktan 1 km sonra yine solda ikinci sapaktan sapıp Kastamonu yönüne doğru giderek Karayolları bakım evine ulaştık.Bütün gece boyunca kar yağdığı için otele giden yolumuz kapanmıştı.Karayolları görevlileri geldiğimizi görünce otelimize giden yolu açtılar bizde bir gece konaklayacağımız Doruk Otele rahatlıkla ulaştık.Biz otelimize ulaşmak için Karayolları bakım evinden sola ayrıldık,eğer siz diger otellere gidecekseniz yolu dümdüz devam edeceksiniz.

Ankara’dan gelecek olan kişilerin ise Çankırı-Ilgaz yolunu takip etmeleri gerekiyor.


Bütün yol boyunca uyumadığım halde ( böyle maceralı yolculuklardan çok hoşlanırım,yolu takip etmek,etrafı seyretmek gibi ) araçtan inerinmez yüzüme çarpan dondurucu soğuk ve tertemiz havayla bütün yorgunluğumu üstümden atmış oldum.

Aslında tırmanma öncesi iki saat dinlenme süremiz vardı ama ben sevgili İlkay Özkök ile kahvaltı yapmayı tercih ettim.Zengin kahvaltılık çeşitleri,yöresel ürünler ve unlu ürünlerle nefis bir açık büfe kahvaltı hazırlanmıştı,ağır ağır yediklerimizin tadına vararak,sohbet ederek kahvaltımızı tamamladık.Bu arada bir görevliden otelimiz hakkında bilgi almayı da ihmal etmedik.Otelimizde;250 kişilik restaurant,balo salonu,kahvaltı salonu,şömine lobi,disko,oyun salonu,açık teras,kafeterya,bilardo,air hokey,çocuk sineması,atari salonu,fotoğraf stüdyosu,yerel ürün ve tüm kayak malzemelerinin satışının yapıldığı bir market,sauna,atv ve kar motoru gezileri ,kayak ve snowboard okulu,hedikli yürüyüş ve şişme botla kayma gibi aktiviteler bulunmaktaymış.

Bu arada diğer arkadaşlar da kahvaltı salonuna gelmeye başladılar.Saat 10.30 da tırmanmaya başlayacaktık.Hepimiz lobide hazır bir şekilde buluştuk.Malzeme kontrolu yaptık;yürüyüş ayakkabılarımız boğazlı ve gore-texdi,yedek ayakkabılarımız sırt çantamızdaydı,su geçirmeyen ve yürüyüşü engellemeyen hafiflikte montlarımızı dış katman giysi olarak giymiştik,polar türü üst ve alt kıyafet olarak giymiştik,kimimiz gore-tex pantolon kimimiz kayak tulumu ve tabiki yün-pamuklu veya termal iç kıyafetler giymiştik,sırt çantamızda yedek ayakkabılar haricinde,orta boy bir fener-yedek pil,pet şişe veya termos,küçük bir çakı,sevgili İlkay Özkök tarafından en ince detayına kadar düşünülerek hazırlanmış kumanyalarımız vardı.Kar gözlüklerimizi,bere, eldiven ve tozluklarımızı giyip batonlarmızıda elimize aldık.Ben aynı zamanda fotograf çekmeye meraklı olduğum için boynuma birde fotograf makinamı taktım ayrıca yanıma makinam için bir de yedek pil aldım çünkü ısı değişimleri makinaların pillerini olumsuz şekilde etkiliyor.

Evet artık hepimiz hazırdık.

Ilgaz yazı dizisinin 1 nolu yazısındaki fotografı konakladığımız otelin önünden pazar günü çektim.Çünkü bizim zirve tırmanışı yaptığımız gün hava yağışlıydı ve görüş mesafesi kısaydı,tırmanacağımız zirveyede sis çöreklendiği için fotografını çekememiştim.

Yukarıda gördüğünüz fotografta zirvede çekildi,yemek molası ve kısa kısa dinlenmelerle birlikte otelden çıktıktan 4,5 saat sonra,-13 derecede,oldukça şiddetli rüzgar ve tipi altında çekildi.Yinede herkes gördüğünüz gibi çok mutlu;üşüdük,yorulduk,zorlandık ama başardık.

Ilgaz dağı hakkında kısa bir ansiklopedik bilgi vermek istiyorum:

Ilgaz Dağı;Batı Karadeniz bölümünün en yüksek dağ kütlesidir.Kastamonu-Çankırı yolunun 1775 mlik bir geçitle aştığı Ilgaz Dağı,doğu-kuzeydoğu,batı-güneybatı,doğrultusunda 50 km uzunluğunda oval bir kütle meydana getirir.Bu kütlenin dalgalı sırtı üzerinde 2500 metreyi aşan iki doruk yükselir:Büyük Hacettepe (Koca Ilgaz) 2587metre ve Küçük Hacettepe (Çatal Ilgaz) 2546 metre.Dağın yamaçları 2000 metreye kadar iğne yapraklı ormanlarla ,daha yükseklerde alpin bitkilerle örtülüdür.Ilgaz dağlarının yapısında az çok metamorfizmaya uğramış Birinci zaman kayaçları,çevresinde Tebeşir devri ve Eyosen flişleri ile andezitler yer alır.Bol ve bütün yıl akışlı akarsuları ile zengin bitki örtüsünün oluşturduğu şartlar karaca, geyik, yaban domuzu, kurt, ayı, tilki gibi yaban hayatı türlerine uygun yaşama ortamı sunmaktadır.

Biz her yer karla kaplı olduğu için dağın yapısını göremedik ama gerçekten 2000 metreden sonra iğne yapraklıların yaşayamadığını gözlemledik.Ayrıca tırmanış sırasında bazı yaban hayvanlarının ayak izlerine rastladık.

Ben ilk defa bir kış tırmanışına katıldım;yürünecek yolun rehberimiz tarafından nasıl açıldığını gördüm,ön sıralarda yürüyenlerin arkalarda yürüyenlere oranla ne kadar daha fazla yorulduğunu anlamış oldum,disiplinden şaşmamak gerektiğini açılan izden yürünmediği zaman kimi yerde boyu aşan kara gömülündüğünü gördüm,belli bir tempoda yürünmesi gerektiğini ( ki sevgili Emrah her zaman olduğu gibi bunu yine çok iyi ayarladı) aksi taktirde çok yorulduğumuzu hissettik hem yükseklikten hemde soğuktan,asla vede asla yardımlaşma olmadan bu sporun yapılamayacağını bir kez daha görmüş olduk.

Tabiki dönüş yolumuz çok kolay ve neşeli bir şekilde oldu nede olsa yokuş aşağıya iniyorduk.

Otele ulaştığımızda bizleri şömine başında içeceğimiz sıcacık çaylarımız bekliyordu.Akşam yemeğinde buluşmak üzere herkes biraz yorgunluk atmak için odalarına çekildi.Ama benim gibi her kes günün yorumunu yapmak için kararlaştırılan saatten önce lobiye inmişti.Hemen günün kritiği bol kahkahalar eşliğinde yapıldı.Daha sonra yemek salonuna geçip bizler için hazırlanmış birbirinden lezzetli yemekleri canlı müzik eşliğinde tadmaya başladık.Yemek sonrası otelin şömineli barında yine canlı müzik eşliğinde eğlendik.Eğlence sabaha kadar devam etmesine rağmen bizler sporcu olduğumuz için odalarımıza herkesden önce gittik.Yarına zinde olmak lazım,müthiş eğlenceler var.

6 Ocak 2008 sabahı gözlerini pırıl pırıl güneşli bir güne neşe ve enerjiyle dolu olarak açan “2008 Ilgaz Dağı Kar Tırmanışı Patika Outdoor grubu” toplu halde (bir tanemiz haricinde; çünkü fotografımızı çekiyor).

Harika bir pazar kahvaltısının ardından tarktörün çektiği bir araçla kayak merkezine ulaştık.Bir kısmımız kayak için gruptan ayrıldık bir kısmımız kızakla kaymak ve muhtelif oyunlar oynamak için

başka bir bölüme geçtiler.

Tur programını anlatan yazıda şöyle bir bölüm vardı “Otelimizde alacağımız sabah kahvaltısının ardından kayak merkezine doğru yol alıyoruz. Burada kayak yapan arkadaşlarımızla ayrılıp iki bin metredeki zirve kafeye ulaşıyoruz. Oldukça etkileyici bir manzaraya sahip kafeteryada bir süre dinlendikten sonra özel tasarımlı kızaklarımızla biraz da çocuklaşıp alternatif bir kar eğlencesi yapıyoruz. Kayakçıları bile kıskandıracak kadar keyifli bu aktivitenin ardından sıcak şarap ve mangal partisiyle turumuzu sonlandırıyoruz.”

Evet gerçektende öyle oldu,yani biz kayak yapan grup,alternatif kar eğlencesi yapıp çılgınlar gibi eğlenen arkadaşlarımızı kıskandık.Müthiş eğlendiler,kahkahaları kayak pistinden duyuluyordu.

Sonra buluşup hepbirlikte otele geri döndük,bizi nefis bir sıcak şarap ve mangal partisi bekliyordu.

Kaptanımız sayesinde çok rahat ve tüm arkadaşlar sayesinde bol eğlenceli bir yolculukla haftasonu tatilimiz sona ermiş oldu.

Sevgili İlkay-Emrah Özkök kardeşler;yine her zamanki gibi her şey mükemmeldi,içtendi,sevgi doluydu,kusursuzdu.Çok çok teşekkürler.

Bizler patika outdoor grubu olarak her pazar bazende cumartesi-pazar yeni parkurlar gerçekleştiriyoruz.Belki sizlerde katılmak istersiniz.

Arşiv:Gezi içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

Adım Agop Memleketim Tokat-Agop Arslanyan

Aras yayınlarının tanıklık dizisinden olan kitap;içinde bulunduğu yaşam şartları dolayısıyla ilkokuldan sonra okula devam edememiş, ama kitap okumaktan ve yazı yazmaktan hiç bir zaman ayrı kalmamış amatör bir yazar olan Agop Arslanyan tarafından yazılmış.

Arslanyan 1934’te babasının değirmencilik yaptığı Tokat’ın Dodurga köyünde doğar. Beş kardeşin en küçüğü Agop’un ailede takma adı ‘deli’dir çünkü çok yaramaz, ele avuca sığmaz bir çocuktur. Çalışkan olmasına ve çok istemesine rağmen ilkokul bittikten sonra okula devam edemez. Sekiz yaşından itibaren yaz aylarında kuyumcu yanında çıraklık yapar. On iki yaşında okuma ısrarlarına dayanamayan ailesi onu İstanbul’a amcasının yanına yollar. Ama yine okuyamaz Agop, ona kötü davranan amcasıyla yengesinin evinde çile çekerek Kapalıçarşı’da kuyumcu çıraklığına devam eder. Taa ki hâline üzülen komşuları Sırpuhi Hala, onu amcagilinin zulmünden kurtarıp yanına alana dek.

Bu dizinin (tanıklık dizisi) yayınlanma sebebi;bu gün artık kaybolmaya yüz tutmuş geleneklerin ,yaşayışların ,tatların,acı tatlı deneyimlerin izini sürmeye çalışmakmış ve genellikle amatör yazarlar tarafından kaleme alınan yazılarmış.

Geçmişe ve doğulan memlekete karşı hissedilen büyük bir özlemle yazılmış olan kitap Sayın Agop Arslanyan ve eşinin seneler sonra Tokat şehrine bir otomobil ile girişleriyle başlıyor.Sonra eski komşular,ünlü Tokat kebabını adabıyla pişiren lokantalar,eski yapılar,el sanatları,yaşayan yaşamayan bir çok Tokatlı;Ermeni,Türk,Kürt,Alevi,Yahudi, Rum,Çerkes ve Tokat’ı anlatan,tanıtan nice özellikler aktarılıyor.

Bu dizinin kitapları amatör yazarlar tarafından kaleme alındığı için edebi yönden bir beklentide bulunmayınız.Ama anı türünde ve farklı yöreler hakkında kitap okumaktan hoşlanıyorsanız bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.

Okuduklarım içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | Yorum bırakın